Hikâye-i Garibe;
Bayburt hükümdarı olan Hacı Sadullah Bey bölgenin tek hâkimidir. Elinden olmadan padişahın isteğine uygun düşmeyen bir hareketi sebebiyle katline karar verilir ve o tarihte Erzurum valisi bulunan Cabbarzade Celaleddin Mehmed Paşa’nın delaletiyle idam edilerek kafası İstanbul’a gönderilir. Sadullah Paşanın, Abdullah Bey ve Salih Bey adından iki oğlu iki de kızı vardır.
Evin işlerini yürüten bir Ermeni kâhya, paşanın ölümünden sonra evin hanımını çeşitli yollarla kandırıp yakınlarını para ile zararsız hâle getirir.
O, daha sonra Hacı Mehmed adlı bir yakınlarını da bir Ramazan gecesi zehirli çifte kurşunu ile ortadan kaldırır. Kendisine engel olarak büyük oğlu Abdullah’ı gören Ermeni, onu da Hicaza götürme bahanesiyle ortadan kaldırmaya karar verir.
On dört yaşına basan Abdullah Bey, annesi, kız kardeşlerinden biri, Ermeni kâhya ve bazı yakınları hep birlikte Hicaz’a doğru yola çıkarlar.
Mısır’a vardıklarında bir teşbih meselesinden ötürü Abdullah Bey ile Ermeni’nin birbirlerine kılıç çekmeleri aralarının iyice açılmasına yol açar. Mekke’ye vardıklarında Abdullah Bey’e iki defa zehirli şerbet verirler; fakat zehir tesirli olmaz. Ancak, Abdullah Bey’e üçüncü defa verilen zehirli şerbet tesirini gösterir ve o “daire-i akldan dûr ve şehr-i âfiyetden mehcûr” olur.
Onun öldüğünde kanaat getirip gömülmesine karar verirler. Teslim ettikleri iki Arap, Abdullah Beyin cesedini Hicaz çöllerinin kumlarına yıkayıp kefenlemeden gömüverirler. Daha sonra esen bir “ilâhi rüzgâr” kum çukurundan gömülü bulunan Abdullah Beyin istifra etmesine yol açarak kurtulmasını sağlar.
Kendisini elbiseleriyle birlikte bir çukurda bulan Abdullah Bey, bütün yakınlarından uzakta, tuzaktan kurtulmuş bir “âhû-yı Çîn” gibi etrafına bakınmaktadır.
Onu bu hâlde gören iki Arap kumdan çıkararak Mısır’a götürür ve bir esirciye satar. Bunun üzerine Abdullah Bey, esirciye kendisinin köle olmadığını, Erzurum eyaletinin tanınış bir kişisi olduğunu, kendisini Erzurum’a iletirse yüz kese akçe vereceğini söyler. Yalvarması sonuç verir ve İskenderiye üzerinden bir yelkenli ile Akdeniz’e açılırlar.
Sayda, Beyrut ve Lazkiye iskelelerinden geçerek Antakya üzerinden karayoluyla, gündüzleri gizlenerek geceleri yolculuğa devam ederler ve Ahıska’ya ulaşırlar. O sırada Bayburt, Rus istilasına uğramış ve Abdullah Beyin yakınları ortalarda görünmemektedir.
Ermeni kâhyayı bulduğu zaman o yalandan ağlayarak Abdullah Beye yardımcı olacağını söyler. Ancak onun yapacağı kötülükleri bitmemiştir.
Ortaya çıkan üç serseri Abdullah Beyi yakalayıp üzerinde elbiseleri çıkarttırırlar ve ona Rus elbisesi giydirerek Rusya’ya gönderirler. O, götürüldüğü yerde “Gürcü gülâm” olarak ileri gelen birine hediye edilir.
Abdullah Bey Rusya’da iken yaşı on sekiz olmuştur.
Onu askere alırlar. İşte bu sırada bir “pîr-i mübârek” elinden tutarak onu kurtarır. Pîr ona “kalk yâ Abdullah, zamânın geldi, kaçmaya hazırlan” deyince o, kumandası altındaki askerlere görünmeden atına biner.
Bir iki menzil gittikten sonra atını bir orman kenarına bırakıp ormanın derinliklerine dalar. Tehlikeli ve korkulu günler geçirdikten sonra Tuna kıyılarına yakın bir yere ulaşır.
Kendisinin arandığını anlayınca kıyıdaki bir sandalın ipini kesip yola çıkar.
Tehlikeli dalgalardan Allah’ın izni ve Peygamberin yardımıyla Rumeli taraflarına ulaşır. Edirne üzerinden geldiği İstanbul’da kim olduğunu belli etmeden bir müddet kalır.
Daha sonra vapurla Trabzon’a giden Abdullah Bey, başından geçenleri dayısına anlatırsa da aradan 18 yıl geçtiğinden ve kendisinin öldüğü bilindiğinden ötürü kimse inanmaz. O bir müddet kahvehanelerde gününü geçirir, gelen gidenin sorularına muhatap olur. Bilahare, Abdullah Beyin akrabaları Bayburt’a gelmişlerdir.
Kız kardeşi ile karşılaşan Abdullah Bey çeşitli sorularla imtihan edilir. “Kız kardeşinin iki adı vardı.
Bunlar nedir? Hangi atları severdin?” gibi sorulara verilen doğru cevaptan sonra bütün şüpheler dağılmıştır.
Herkes onu görmek ister. Rical ve nisvan ile okullardaki çocuklar onu karşılamaya çıkarlar. Böylece on sekiz yıllık macera da sona ermiş olur.
(Müellifi Bayburtlu Zihnî olan eserin adı Hikâye-i Garibe’dir. )
(Eserin yazıldığı dönemin Osmanlı Padişahı Abdülmecid’in adının geçtiği beyitler ile devam etmektedir. Giriş denilebilecek kısımdan sonra asıl hikâye çeşitli bölüm adları ile yer almaktadır. Dil bakımından ağır bir üslupla yazılmıştır.)