Bu sene, “Bayburt’un Düşman İşgalinden Kurtuluşunun 95. Yılı Kutlamaları” münasebetiyle düzenlenen etkinlikler çerçevesinde bir konferans vermek üzere Bayburt’a gittim. Konferansın konusu; “Kavramların Berzâhından Anlamın Aydınlığına: Kuruluş ve Kurtuluş” idi. Bayburt’tan İstanbul’a geleli yaklaşık otuz yıl olmuş. Bu zaman zarfında hiçbir programa davet edilmemiştim. Bu yıl ilk defa Bayburt Belediye Başkanımız, değerli dost Sayın Hacı Ali Polat Beyin daveti üzerine gitmiş oldum. Doğup büyüdüğünüz topraklara, daha sonra bir vesile ile bilgi birikiminizi, tecrübelerinizi aktarmak üzere davet edilmeniz kadar onur verici bir şey olamaz herhalde. Bu güzel duyguyu, sayın başkanın davet telefonunu kapattıktan sonra bir kez daha iliklerime kadar hissettim. Her şey bir yana bu duyguyu bana tattırdığından dolayı başkanımıza bir kez daha alenen teşekkürlerimi arz ediyorum.
Kutlamalar birkaç güne yayılmıştı. Ben 21 Şubat günü konuşacaktım. Ancak hem akrabadan birinin vefat etmesi, hem de köyümüzü ziyaret etmek maksadıyla 20 Şubat Çarşamba günü Bayburt’a gittim. Öğleni biraz geçiyordu Bayburt’a girdiğimizde. İlk önce Belediye Başkanımız Sayın H. Ali Polat Bey’i makamında ziyaret ettim. Daha sonra beraberce valimiz Sayın Hasan İpek beyi ziyarete gittik. Daha sonra bir dizi ödül töreni ve etkinliğe katılmak üzere Bayburt Üniversitesi’nden bir grup hocamızla buluştuk. Bu arada üniversitemizin değerli hocaları ile de yakından tanışma imkânımız oldu. Programlardan sonra akşam vakti köyümüze gittim ve gerekli ziyaretleri yaptıktan sonra geç vakit Bayburt’a ikametgâhıma döndüm. Ertesi gün 15.30’daki konferans için Bayburt Şair Zihnî Kültür Merkezi’ne gittik. Başta sayın valimiz Hasan İpek olmak üzere, çok mütevazı ve çalışkan milletvekilimiz Bünyamin Özbek, Bayburt Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı değerli ilim adamı Necmettin Tozlu ve Belediye Başkanımız Sayın H. Ali Polat beyler de salonu teşrif etmişlerdi. Konferans sonrası Bayburt Öğretmen Evi’nde verilen akşam yemeğine katıldık. Yemekte güzel bir tevafukla bugünkü Üniversite Rektörümüz Sayın Selçuk Coşkun beyle yan yana oturmuştuk. Bayburt’un eğitim ve kültür sorunları üzerine epey faydalı sohbetimiz oldu. Memleketimiz için çok önemli bir kazanç olduğuna inandığım hocamızdan başarılı haberler alacağımıza hiçbir şüphem yok. Bayburt’taki diğer faaliyetlerimizi ve dönüşümüzü bir kenara bırakarak, asıl anlatmak ve dikkat çekmek istediğim konuya gelmek istiyorum.
Ayın 22’si Cuma gününe denk geliyordu. Kıymetli hemşehrim Ali Haydar Karabacak, Ulu Cami’nin yeni tadilattan çıktığını, eski günleri yâd etme adına Cuma’yı orada eda edersek daha iyi olacağını söyledi, bendeniz de memnuniyetle kabul ettim. Camiye biraz erken gitmiştik. Buna rağmen camide neredeyse yer yok gibiydi. Sonradan gelenler, “namaz sırasında sıkışarak dahi olsa bir yer bulabiliriz” ümidiyle aralarda buldukları boşluklara oturuyorlardı. Programlar çerçevesinde o gün vaaz yerine Ermenilerle mücadele sırasında şehit olan kardeşlerimiz için bir Mevlid merasimi tertip edilmişti. İçeride lâhûtî bir hava vardı. Kârîlerin ve mevlidhânların coşkun, aynı zamanda hüzünî âvâzlarıyla cemaat sanki bir başka âleme gark olmuştu. Hemen herkes başını öne eğmiş bir taraftan aşkın bir vecdle kârî ve mevlidhânları dinlerken, diğer taraftan da tefekkür bahrine yelken açıyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm’ler, salât ü selâmlar, ilâhîler birbirini takip ediyordu. Ulu Cami’nin o engin rayihası beni de farklı iklimlere götürmüştü.
Bir ara Mevlîd-i Nebî okunurken, mevlidhân Hz. Peygamber’in dünyaya gelişini ifade eden; “Doğdu ol sâatde ol sultân-ü dîn / Nûra gark oldu semâvât ü zemîn” dediğinde, bu muhteşem gelişe dem tutmak için bütün Ulu Cami cemaati olarak ayağa kalktık -ki, zannediyorum böyle bir davranış sadece bizim milletimize mahsustur-. O an gözlerimin önüne hayâlen Hz. Ebû Bekir’le birlikte Kâinâtın Efendisi’nin Medîne’ye girişleri geliverdi; Çoluk-çocuk, kadın-erkek, genç-ihtiyar, hemen herkes… Kendilerini Medîne’nin dışına atmış, ya evlerin damına, ya da hurma ağaçlarının tepelerine çıkarak gelecek olan iki kutlu misafiri bekliyorlardı. Zaman geçmek bilmiyordu. Mekân mübarek kademleriyle şeref-yâb olmak için sabrının taşını çatlatıyordu. Nihayet ufukların sultanı görüş alanına girince halk arasında bir vaveyla kopuyor, sevinç nârâları arşı ihtizaza getiriyordu. Bu mukaddes göç kervanını dünya gözüyle görme şerefine eren Medîne’liler, sevinç gözyaşları içinde ve dahi hep birlikte; “Tala‘a’l-bedrü aleynâ min seniyyâti’l-vedâ‘” türküsünü söylüyorlardı…
Bir anlık hayâli bile cihana bedel bu rüyadan uyandığımda; kendimi, ürperen kalpleri, yaşaran gözleri ve saygıdan iki büklüm olan Ulu Cami’nin aziz cemaati ile birlikte O’na salât ü selâm okurken buldum. Medîne’nin Müslümanları bu mübarek geliş karşısında; “Tala‘a’l-bedrü aleynâ min seniyyâti’l-vedâ‘” derken, on dört asır sonra gelen, talihsizmiş gibi gözükmekle birlikte talihliler tahtına oturan Bayburt’un Mü'minleri de aynı şevk ve heyecanla ayağa kalkmış; “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âl-i seyyidinâ Muhammed” diyerek, lâhût âleminin derinliklerine izleri kaybolmayacak adres bırakıyorlardı. Zâhirî ölçüler içerisinde madde anlamını yitirmiş, mekân olarak Bayburt Medîne’ye komşu olmuş, Bayburtlu Ensar’la birlikte yan yana saf tutmuş ve âdetâ bu mutlak âhengin demine devrânına “hû!” çekiyorlardı…
Bu hayâlî karşılama töreni bittiğinde herkes yerine oturdu. İçim, tarifi imkânsız duygularla dolup taşıyordu. Yerime otururken, cebimden çıkardığım kalemle bir kâğıt parçasına, o anda bir defa daha inandığım ve kesin bir şekilde karar verdiğim şu cümleleri kaydettim; On dört asır sonra dahi olsa, peygamberinin dünyaya geliş ânını ifade eden cümleler karşısında bile ayağa kalkmak suretiyle saygısını gösteren bu millet, bu saygısını devam ettirip, ayağa kalkmasını unutmadığı müddetçe, onu hiçbir millet veya devlet esir edemez…
Bu milletin esir edilemeyeceğine dair ikinci bir anekdotu da ağabeyimden nakletmek istiyorum. Kendisi görevi gereği yıllarca Bursa’da ikamet etmişti. Diyor ki; Bir gün sabah namazını Emîr Sultan’da edâ etmek maksadıyla küçük oğlumu yanıma aldım ve sabahın erken vaktinde eski garajların bulunduğu yere geldim. Maksadım, fazla yürümeden bir taksiye binmek ve Emîr Sultan’a çıkmaktı. Yolun kenarında beklerken nihayet bir ticarî taksi çıkageldi. Hava karanlık olduğundan içerisinde yolcu olup olmadığını fark edememiştim. El kaldırmak suretiyle durmasını istedim. Taksi yanımıza gelince durmuştu, ben o zaman içeride bir yolcu olduğunu fark ettim. Aşağıya doğru inen cama yaklaşarak, şoför beye; “hava karanlık olduğundan içeride bir yolcu olduğunu fark edememişim, kusura bakmayın, onun için sizi durdurdum”, dedim. Tam o anda, sarhoş olduğu her halinden belli (kuvvetle muhtemel aracın da sahibi olan) arka koltuktaki şahıs, camını indirerek, bana “Nereye gidiyorsun kardeşim?”, dedi. Ben, çocukla birlikte Emîr Sultan’a sabah namazını edâ etmeye gitmek istediğimizi söyledim. Kendisinin de kusura bakmamasını rica ettim. “Karanlıktan sizi fark edememişim” dedim. Yolcu koltuğunda oturan bu şahıs, şoföre dönerek; “Şimdi beni burada indiriyorsun, bu arkadaşları Emîr Sultan’a çıkarıyorsun, hiçbir ücret de almadan tekrar gelip beni buradan alıyorsun, tamam mı? Ben seni burada bekleyeceğim” dedi. Ben, ısrarla böyle bir şeyin olamayacağını, bir başka taksiyle gidebileceğimizi, kendisinin de bu durumdan dolayı kusurumuza bakmamasını defalarca rica etmeme rağmen, adam ısrarla aynı şeyleri tekrar etti ve şoföre de kesinlikle para almamasını tembihledi. Sonra kendisi aşağıya indi ve bizi taksiye bindirmek suretiyle camiye gönderdi. Taksici bizi camiye götürdükten sonra, o şahsı aynı yerden almak üzere geri döndü.
Diyeceğim o ki; normal vakitlerde eyyamcı, kumarbaz, sarhoş vs. olan bu milletin bir kısım ahfâdı; zaman gelip de vatan, millet, devlet, bayrak, Kur'ân, mukaddesât, cihad söz konusu olduğunda; camideki müslüman, tekkedeki sofî kadar gönül eri kesilir.
Onun için ısrarla söylüyorum; “Bu milleti hiç kimse esir edemez…” diye.