Bayburt il olduğu yıl 1989’da Bayburt nüfusu 105 bin civarındaydı. Geldik 2011’e nüfusumuz 74 binlerde. Sadece 2010’la 2011 arasında 5 bin kişiye yakın insanımız göçmüş. Çare arayan var mı, yok. Sonuç Türkiye’nin en küçük ili unvanını elimize aldık, rekor bizde, artık bu unvanımızı kimselere kaptırmayız! Son 30 yıldır, bizi Ankara’da kimler temsil ediyor? Bizi temsil edenler, gerçekten bizi mi temsil ettiler? Eğer gerçekten temsil etmiş olsalardı, göç durdurulmaz mıydı? İnsanlarımıza iş imkânı sağlayacak yatırımlar yapılması gerekmez miydi? Yoksa bizi temsil edecek kişilerin seçiminde yanlış mı karar verdik? Yazıma düşünün diye başladım lütfen bir düşünün. “Neyi düşünelim?” diyebilirsiniz. Düşünün, neyi düşünmeniz gerekiyorsa onu 5 dakika düşünün.
Evini, köyünü, memleketini, suyunu, havasını, hayat bulduğu yerleri kim terk etmek ister ki? Kim çocukluğunu, anılarını, sevdiklerini, dostlarını, akrabalarını, hayallerini arkasına bakmadan bırakıp gitmek ister ki? Kim hayata gözlerini açarak yaşama tutunduğu odasından, tandır başından, yaşadığı yuvasının sevgi güllerinin buram buramkoktuğu bahçeden uzaklaşıp gitmek ister ki? Kim kardeşlerinden, çocukluk arkadaşlarından, ilköğretimdeki sıra arkadaşlarından, bayram yeri gibi oynadığı sokaklarından, coşkun akan yüzmeyi öğrendiği Çoruh’tan, ovalardan, Şehitosman’dan, Duduzar’dan, Aslankalesi’nden, Kaleardı’ndan, Şingah’tan, Galer’den,Ötegeçe’den ve Kışlapaharının zemzem gibi akan suyundan uzaklaşıp gitmek ister ki?
Gidenler, bütün hayallerini yüreğinin derinliğine gömüp gitti. Acılarını, kaygılarını, namerde muhtaç olmamak için, yüreğine gömüp gittiler… Gururları ağır bastı kaygılarını açıklayamadan gittiler… Gidenler, kalanları bağırlarına bastırırken gözyaşlarını yüreğine gömüp içlerine akıttılar, sevdiklerine; “seni seviyorum” diyemeden, “Allaha ısmarladık”, dediler. “Gidip gelmemek, gelip görememek var, sen de Allaha emanet ol “ dediler. Gidenler, ciğerparelerinin yarısını terk ettikleri yere bırakıp gittiler. Kalanlar, çaresizliğe teslim oldular, gidenlerin arkasından gözyaşı bile dökemeden yarım kalmış hayallere umutsuzca seyirci oldular…
Gidenler; “boğulursam derin gölde boğulalım” deyip büyük şehirlere gittiler. Büyükşehrin kültür harmanında yoğruldular. Kendilerinden uzak olan bir kültür denizine, Çoruh gibi aktılar. Ne geleneksel zihin yapısını koruyabildiler, ne de sanayileşmiş bilgi toplumunun iş disiplinini gerçekleştirebiliyorlar. Kısaca kimlik bunalımı… Gidenler, yok olmamak ufalanmamak için, birbirlerine destek oldular, ancak büyükşehirler onları kucaklayamadı, yalnız kaldılar, yok olmamak bu kültürde erimemek için dernekler kurdular, birbirlerine arka oldular. Ne merde ne de namerde muhtaç olmamak için, taşları yastık ettiler. Bazen, Galata köprüsünden Marmara’yı seyre dalarken; “İstanbul get gede gözüm de Bayburtlaşirsan” dediler…
Gidenler, ne geldikleri yere dönebildiler, ne de gittikleri yere sığabildiler. Gittiğine pişman olanlar geride dönemiyorlar, yok oluyorlar.Gidenler, eski yaşanmışlıklara son verip yeni yaşamlarda rüzgâra göre yelkenlerini şişirirken, kalanlar “Neden dönemesinler”, denile bilinir. Nasıl dönsünlerki, elde yok avuçta yok. Boşalan köylerde evler, ahırlar, samanlıklar yıkık. Tarım aletleri yok edilmiş. Hayvanları yok… Her göçenin geride bıraktığı, evi, damı, komu, samanlığı yeniden yapabilmesi için enaz 50 bin lira gerekli. Kim duyar bu feryadı?