Receb ayının yirmi altıncı gecesi olarak ihya edilen Mi’râc Kandili, içinde bulunduğumuz mayıs ayının da yirmi beşi pazar gününü, yirmi altısı pazartesi gününe bağlayan gecede kutlanacak. Rabb’im bu gecenin bereketi ile bizleri bereketlendirsin.
Kurân-ı Kerîm’de İsrâ Sûresi birinci Âyet-i Kerîmesi;
سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَىٰ بِعَبْدِهِ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الْأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ
Anlamı: “Her türlü noksanlıktan münezzeh olan O Allah'dır ki, kulunu ( Peygamber Aleyhisselâm’ı) gece Mescid-i Harâm'dan (Mekke'den alıp) o etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya kadar götürdü”.
İsrâ mucizesi âyet ve sahîh Hadîs-i Şerîf’ler ile sâbittir ve inkârı Kurân-ı Kerîm-i ve Peygamberi yalanlamak olur ki bu da kişiyi İslâm dininden çıkarır. Ruh ve beden ile gerçekleşen bu mucizede, Peygamber Efendimiz Mescîd-i Aksâ’ya gelene kadar birçok olağan üstü hâdiselere şâhit olmuştur. Buraya kadarki yolculuğu hakkında geniş anlatımlar mevcut. Bizim özellikle değinmek istediğimiz ise; Peygamber Efendimizin Mescîd-i Aksâ’dan yükselerek Sidretü’l Muntehâ’ya ulaşması ve bu sırada şâhit oldukları ve yaşadıkları ile alâkalı olarak anlatılan bâtıl inanış ve ifâdelere dikkat çekmek ve îmânımızı korumaktır.
Peygamber Efendimiz Mescîd-i Aksâ’dan Cebrâîl Aleyhisselâm’ın refâkatinde Sidretü’l Muntehâ’ya gelene kadar semânın her katında azîm peygamberler ile selamlaşıp duâlarını almıştır. Özellikle bu noktadan sonrası ile ilgili anlatımlarda maalesef yalan yanlış ve bâtıl ifâdeler sarfedilmekte. Bazıları diyorlar ki (bu söyledikleri bâtıldır ve hiçbir delîli yoktur); Sidretü’l Muntehâ’ya gelindiğinde Cebrâîl Aleyhisselâm; “ben buradan öteye geçemem, geçersem Allâh nurdur, O’nun nûru beni yakar” demiş. Allâh-u Teâlâ’nın En-Nûr ismi vardır, bu doğrudur. Ancak bu nûr ışık veyâ ateş mânâsında değildir. Zîrâ bunlar cisimdir. Allâh-u Teâlâ ise cisim değildir. Allâh-u Teâlâ’nın En-Nûr isminin mânâsı; hidâyet nûru ile kalpleri aydınlatandır. En-Nûr Sûresi 35. Âyet-i Kerîmesi;
اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ
Anlamı:”Allâh göklerin ve yerin ehlini îmânın nûruna hidâyet edendir.”
Allâh’ın nûru, denildiği zaman bu ışık veren nûr anlamında değildir. Çünkü ışık soyut cisimlerdendir. Allâh ise cisim değildir, nûru da yaratan Allâh-u Teâlâ’dır ve Allâh hiçbir şeye benzemez.
Cebrâîl Aleyhisselâm’ın bir yerden sonra devam etmemesi ise; hâşâ “Allâh-u Teâlâ o yerden sonraki bir yerdedir” de Cebrâîl Aleyhisselâm bu sebeple o yerden daha ileriye gitmiyor. Böyle bir inanış doğru değildir. Çünkü Allâh-u Teâlâ herhangi bir mekânda değildir ve mekânsız olarak vardır. Melekler ne ile emr olunmuşlarsa onu harfiyen yerine getirirler. Tam itâat üzere yaratılmışlardır, isyân etmezler. Yoksa iddia edildiği gibi “buradan öteye geçersem yanarım” gibi ifâdeler doğru değildir. Cebrâîl Aleyhisselâm görevini yerine getirmiştir.
Mi’râc hâdisesinde, îmân açısından en büyük sıkıntı bu safhadan sonrası için yapılan anlatımlarda olmakta. En-Necm Sûresi 9. Âyet-i Kerîmesi şöyledir;
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَىٰ
Anlamı:”Sonra (ona) yaklaştı derken sarkıp daha da yakın oldu”.
Âyet-i Kerîme’de ki “yakın oldu” ifâdesini maalesef birçok insan hâşâ “Allâh’ın Peygambere” veyâ “Peygamberin Allâh’a” yakınlaşması olarak anlamakta ve anlatmakta. Halbuki “yakın oldu” ifâdesinin muhâtabı, Peygamber Efendimize yakın olan, yaklaşan Cebrâîl Aleyhisselâm’dır. Allâh-u Teâlâ mekânlarda olmaktan, gelmekten-gitmekten münezzehtir. O halde yakınlaşan, yakın olan Cebrâîl Aleyhisselâm’dır. Nitekim ehl’i hak müfessirler En-Necm Sûresi’nin 5-6-7-8-9. Âyet-i Kerîme’lerine şöyle mânâ vermişlerdir; “
عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَىٰ . ذُو مِرَّةٍ فَاسْتَوَىٰ. وَهُوَ بِالْأُفُقِ الْأَعْلَىٰ . ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّىٰ . فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَىٰ
Anlamı: “(Kur'ân-ı) ona, üstün güçlere sahip, muhteşem görünümlü (Cebrâîl) öğretti. O, en yüksek ufukta bulunuyorken (aslî sûretine girip) doğruldu.﴾5-6-7﴿ Sonra (ona) yaklaştı derken sarkıp daha da yakın oldu.﴾8﴿ (Peygambere olan mesafesi) iki yay aralığı kadar, yahut daha az oldu.”
Görüldüğü üzere yaklaşan Cebrâîl Aleyhisselâm’dır, aksi de düşünülemez zâten.
Kendimizi korumamız gereken yanlış sözlerden biri de, diyorlar ki;” Peygamberimiz Hüzün Yılı sebebi ile çok üzgündü ve arkadaşı Ebû Bekir’i özlemişti. Allâh-u Teâlâ da Peygamberimizi sevindirmek için O’na Ebû Bekir’in sesi ile seslendi”. Bu söz şeksiz ve şüphesiz küfürdür, kişiyi İslâm dininden çıkaran bu sözü söyleyen, bu söze inanan, Rabb’ini tanımamıştır ve Müslüman değildir. Çünkü Allâh-u Teâlâ’nın kelâmı herhangi bir ses ile değildir, harfler ile değildir, herhangi bir lîsan ile de değildir ve mahlukâtın kelâmına benzemez. Bu gibi büyük hatalara düşenler Eş-Şûrâ Sûresi’nin 11. Âyet-i Kerîme’sini yalanlamış olurlar.
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ ۖ
Anlamı: “(O’nun) benzeri hiçbir şey yoktur”. Yâni; Allâh hiçbir şeye benzemez.
Peygamber Efendimiz Allâh-u Teâlâ’nın ezelî ve ebedî olan ve mahlukâtın kelâmına benzemeyen kelâmını işitmiştir. Allâh-u Teâlâ Peygamber Efendimize neticede beş vakit namazı emretmiştir.
Mi’râc’ın harikulâde olaylarından birisi de Peygamber Efendimizin Allâh-u Teâlâ’yı kalbi ile şekilsiz, yönsüz ve mesafesiz olarak görmesidir. Bu husus En-Necm Sûresi 11. Âyet-i Kerîme’de şöyle geçmektedir;
مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَىٰ
Anlamı: “Gördüğünü kalbi yalanlamadı”.
İmâm Müslim’in rivâyet ettiğine göre, İbn’i Abbâs, bu âyetin tefsiri hakkında şöyle demiştir;”Allâh’ı kalbi ile gördü.”
İfâde etmemiz gerekir ki, Peygamber Efendimizin Allâh-u Teâlâ’yı görmesi ve Allâh-u Teâlâ’nın Kelâm’ını işitmesi aynı anda gerçekleşmemiş, farklı anlarda olmuştur.
Mi’râc anlatılırken yapılan büyük hatalardan birinde de bazıları diyorlar ki; “peygamberimiz mekândan çıktı, mekânsız oldu Allâh ile buluştu.” Kuşkusuz bu söz, Peygamber Efendimizi Allâh-u Teâlâ’nın sıfatı ile vasıflandırmaktır ki, bu da sözün sâhibinin İslâmdan çıkmasına sebep olur. Çünkü mekânsızlık olarak var olan sâdece Allâh-u Teâlâ’dır. Hiçbir kimse Allâh-u Teâlâ’nın sıfatları ile vasfedilemez.
Bu ve daha birçok konunun doğru şekilde anlaşılıp ve doğru bir şekilde îmân edilmesi, temelde îmân esaslarının, Ehl’i Sünnet âlimlerinin aktardıkları gibi öğrenilip îmân edilmesi esasına bağlıdır. Allâh-u Teâlâ’nın, Peygamberlerin ve meleklerin sıfatlarını bilmeyen insanların bu gibi konularda büyük hatalara düşmeleri kaçınılmazdır. Kişinin İslâm’dan çıkmasına sebep olan bu hatalar, İslâm’dan çıktığı âna kadar yaptığı bütün hayırlı amellerinin sevaplarını silip götür. Böyle bir hataya düşen kişiler küfürden dönmek ve tekrar İslâm’a girmek niyeti ile Kelîme-i Şehâdet-i hemen söylemeli ve İslâm üzere sâbit kalmalıdır. Sonrası için de elbette ki ehlinden Farz-u Ayn ilimleri öğrenmelidir.
Allâh-u Teâlâ bizleri küfürden korusun ve üç ayların bereketi ile bereketlendirsin. Âmîîn !